3 Kasım 2022 Perşembe

SONSUZ DURAKLAR YOLCULUĞU




‘Sonsuz Duraklar Yolculuğu’ ile ilgili sorular ve yorumlar gelmeye başladı.

İsmi ilginç bulanlar var. Kurgusunu, üslubunu ilk romanımla kıyaslayanlar var.

Kafalardaki ilk soruları yanıtlamak dışında, romanın tanıtımına faydalı olacağını düşündüğüm ilk fikirlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

 

“Neden ‘Sonsuz Duraklar Yolculuğu’…”

Hikâye ve kurguyla uyumlu bir isim olduğunu düşünüyorum. Bana göre “olumluluk ve bilinmezlik” de çağrıştırıyor. Ana kahramanın iç, yani ruhsal ve dış yolculukları iç içe geçiyor. Kişinin kendini yolculuklarda sorgulaması, ana tema bu. Sonra, ben bir turist rehberiyim; romanda epeyce rehber ve yolculuk var.  

      “Kapak konusunda ne söyleyebilirsin?”

Kapağın dikkat çekmesi, her kitap için önemli oluyor. Kapağın içeriği yansıtması da yazar için önemli.  Aynı zamanda fotoğraf sanatçısı olan arkadaşım Birgül Koç’un siyah beyaz fotoğrafını maviye dönüştürdük. Görüldüğü gibi, bir tramvay durağı ve kahramanın arkası dönük ve yarısı buğulu, baktığı yer de orman. Mavi sonsuzluğu, orman da bolluğu, bereketi temsil ediyor. Arkası dönük yarısı buğulu kahramanı da okuyucu romanda bulsun. 

“Romanın kurgusu…”

270 sayfalık roman üç bölümden oluşuyor. Her bölüm bir fotoğrafla ayrılıyor. Defter 1: Lüksemburg-İstanbul’da, Lüksemburg’un en önemli meydanının fotoğrafı var. Sıfırla başlayıp 18 ile biten bu bölüm 136 sayfa ve en hacimli bölüm. Klasik romana en yakın bölüm burası: Sonsuz Duraklar Yolculuğu’nun ‘Ana Roman’ burasıdır. Buradaki Jane Austen’dan alıntı kitabın bütünü anlamında güzel bir mesaj içeriyor. Defter 2, İstanbul-Bodrum. Ömer Hayyam’dan bir alıntıyla başlıyor. 40 sayfa, “Ara Geçiş”, 2010 Baharında, kısa bir zaman diliminde geçiyor. Novella diyebilirim. Ömer Hayyam’da “ağır” başlıyor, yolculukta hafiften “derin”leşiyor. Bodrum’da “doruk”a tırmanıyor”. Ana kahraman Ali’nin geçirdiği hafif krizle, ana kahramanı Kathy’ye yakınlaştığı bu bölüm, İstanbul’a “hızlı” bir dönüşle bitiyor. İlk bölümden üslup anlamında da “biraz” farklı.  Bu bölümü, ana kahraman Ali’nin hayat filminden 15 dakikalık bir kesit gibi ele almaya çalıştım.

Üç basamaktan oluşan Defter 3 artı 1’de, fotoğraf olarak Lizbon’un en önemli meydanı Özgürlük Meydanı var. Özgürlük de arka planda önemli bir mesaj. 20220’de geçiyor, 10 yıl sonrası, yani günümüz. Kurgu ve üslup bakımından en farklı bölüm burası ve ilk romanım Oynatmak/Kalabalık Yalnızlıklar’a daha yakın bölüm burasıdır diyebilirim. Romanda hep merkezde duran İstanbul’dan bir günlüğüne Roma ve Paris’e gidişte postmodern dokunuşlar var.  Doğu Avrupa’dan Batı’nın son noktası Lizbon’daki konaklamada ana kahramanı geriye çekip, Lizbon’u ön plana çekerek, ana kahramana hafiften “bulutlu” bir görünüm sunmaya çalıştım. Bu bölümde mektuplar, geçişler anlamında da çok önem kazanıyor.

“Mektuplar, Portekiz mektuplarına mı gönderme?…” 

Portekiz mektuplarını sonradan okudum. Mektupları edebiyatta önemli bulan bir yazarım. Nitekim ilk romanımda da az olmasına karşın mektuplar var. Mektuplar, başta kurgu birçok bakımdan anlamlı. Romanda, çoğu son bölümde 10’un üstünde mektup var. Rakamsal bölümlemenin olmadığı son bölüm, “Mektuplar ve Dostlar” ile başlıyor. Mektuplar ana kahramanla, kahramanları arasındaki ilişki bakımından da önemli. Mektupların neredeyse yarısı başkası tarafından yazılmış. Defter 1’deki yeğenin dayıya yazdığı mektup, en kısa mektup olmasına karşın en sevimli ve güçlü olanı. Defter 2, en kısa bölüm olmasına karşın babanın (Yusuf), oğula (Ali) yazdığı mektup, en uzun ve en önemli mektup. Üçüncü bölümdeki mektuplar ve Facebook notları gibi şeyler de günümüzü çağrıştırıyor.

        "‘Ben’ ile yazılması, bazı yerlerde ilk romana yakın durması, kafalarda şu soruyu oluşturuyor: Otobiyografik mi? Oynatmak/Kalabalık Yalnızlıklar’ın bir devamı mı?"

İlk romanım Oynatmak/Kalabalık Yalnızlıklar’la kıyaslayanlara, öncelikle şunu söylüyorum: o, içinde çok ‘olay ve iddia’ taşıdığı için daha otobiyografikti. Başta “12 Eylül Romanları” olmak üzere birçok kategoriye giren bir romandı. Dil, kurgu, üslup olarak çok farklıydı. “Fazla” Postmodern idi. Çok fazla üslup denemesi vardı. Sayfalar ilerledikçe okuru zorlayan bir romandı.

Sonsuz Duraklar Yolculuğu, hem kurgu hem dil olarak daha farklı, daha kolay okunuyor. Hikâye bir aşk üzerine kurgulanmış; kadın erkek ilişkisi, aile sorunları ve ayrılıklar işleniyor. Bu romanda da politika var, ama sanki biraz geri planda.

Ben ile yazmam, dilin her iki romanda bazı yerlerde birbirini çağrıştırması, çevremdeki bazı isimleri kullanmam, roman kahramanıyla yaşadıklarımın bazı yerlerde örtüşmesi… tüm bunlar otobiyografiyi çağrıştırabilir.

Ana kahramanla aramda yaş, köken, fiziksel görüntü ve karakter olarak hiçbir benzerlik yok. Yaşadıklarımız da ortak değil ama ortak bir şey yaşadık, ayrılık-lar. Günümüzde bazı ayrılıklar, şiddeti çağrıştırırken romandaki ana fikir ne?  Yazarken esas olarak buna odaklandım. Burada, beni de bir yazar olarak ilgilendiren ölçütler var.  

Yazarın roman kahramanları kimler ve bunların konumlandırılmaları nasıl? Hikâye nasıl gidiyor, bazı yerlerde vurgu yaptığım üzere “akıcı” mı? Kafalarda sorular oluşuyor mu? Roman kahramanlarıyla okur arasında yakınlaşma başlıyor mu? Okur, kitap bittiğinde ne hissediyor?

Son olarak şunu söyleyebilirim: Okurun, romanı otobiyografik olarak algılaması, beni rahatsız etmez, hatta beni onlara yakınlaştırır.

        "Otobiyografiyi en fazla çağrıştıran bölüm “Defter 3 artı 1” diyebilir miyiz?"

O bölümde “rehber-yazar” kimliği daha belirgin olduğu için böyle algılanmasını anlayabilirim. Romanda rehber çok. Ali, ilk bölümdeki gibi, burada da tura çıkıyor. Bu bölümde rehber olmadığı halde rehberlik yapanlar da daha belirgin. Hedeflerimden biri de, okur romanı bitirdiğinde tekrar geriye dönüş yapıp en azından bazı yerleri tekrar okuyacak mı?  

        "Bu romanında da bazı ölen arkadaşlarını andın. Zenci Mehmet, İbrahim Eren gibi…"

Yazar çevresinden beslendiği gibi, kendinden de beslenebilir. Kitaplarımda sevdiğim insanlara yer vermeyi seviyorum. İlk romanımda bulunan Bülent ve Erdal’ı bu romanımda da işledim. Ölen tanıdıklarıma karşı takındığım bu tavır, vicdani ve/ya politik olabilir. Nitekim Bülent ve Erdal üzerinden ilk romanımda fazlasıyla işlediğim, sorguladığım, hatta saldırdığım Aydınlık hareketine bir gönderme yaptım. Bu da beni ilk romanıma yakınlaştırdı, romanın politik tarafına katkı sağladı.  Benim kitaplarımda zenci hep olmalı. Zenci Mehmet, renginden de dolayı önemliydi. Sonra, Zenci’yi tanıyanlar onu hep severdi. Yazdığım zamanlar kanserle mücadele eden ve kitap çıktığında bu dünyadan dini törensiz göç etmiş olan Mehmet, benim için politik kimliğiyle de önemliydi, tıpkı İbrahim Eren gibi. İbrahim’in ölümü, bu kitabın yaratılış sürecinde beni en derin yaralayan olay idi. Ayasofya’da tur yaparken ölmüştü. Onun ölüm haberini, Oynatmak/Kalabalık Yalnızlıklar’daki en büyük kaybım Ercan’ın ölüm haberini aldığım yerde, Eminönü’nde aldım. Bunu ilahi buldum. Bu iki “kutsal” kişiyle, iki romanım arasında kendimce bir bağlantı kurdum.

Ölümünden bir gün önce gördüğüm İbrahim’in ölümünü, bana alıştırarak veren Alim’le onu romanımda bir turda buluşturup rehberlik mesleğini öne çıkardım. Romandaki önemli kahramanlardan Nisan da bir rehber, hem de İtalyanca rehber. Romanda İtalya’nın özel bir yeri var. İbrahim, böylece kurgusal anlamda hikâyenin gidişinde bir “dağıtım merkezi” oldu.

        "Romanı sınıflandırmak istersen?..."

Ona post-modern dokunuşlu “Modern roman” diyebilirim.

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder